16 Temmuz 2012 Pazartesi

Berlin Vol.2


Dönüşüme sadece 1 ay kala gerçekten oturdum kara kara düşünüyorum nası dönücem ben İstanbul'a diye. İstanbul'u da özledim, insanları özledim, ailemi özledim, arkadaşlarımı özledim, yemekleri özledim. Ama yine de burası çok ama çok farklı. Nasıl bırakıp gidicem ben burayı gerçekten bilemiyorum. Düşünmek dahi istemiyorum nasıl dönüceğimi. Bu yazımın konusu bu olmayacak gerçi, Berlin'deki gariplikler vol.2 yazının ana konusu:


Yolda yürürken mesela yaşlı sempatik bir çift görüyosunuz. Gerçekten baya minnoşlar, tipleri, kılık kıyafetleri de düzgün hani, gayet eğitimli insanlara benziyorlar. Sonra bi bakıyosunuz ki ayakkabı giymemişler?? Evet evet, böyle tipler çok var burda. Ve yani çok marjinal veya çok "farklı" olduklarından değil, canları istediğinden çıplak ayakla geziyorlar etrafta. Çok ilginç bence.

                                    


Burda evsiz çok fazla var. Metrolarda uyuyolar, genelde bir evcil hayvanları oluyor. Gerçi devletten çok fazla yardım alıyorlar bildiğim kadarıyla, bilmiyorum sanırım siyasi görüşlerinden dolayı böyleler. Mesela metroya biniyolar, çok fazla boş yer olmasına rağmen, yere oturuyolar falan. Ve bu konuyla ilgili gördüğüm en ama en garip şeyi söylüyorum size: Bir keresinde metroda okuldan eve dönerken ben iki kişi bindi metroya. Biri yere oturdu, diğeri de ayaktaydı. Sonra bir farkettim ki ikisinin de kapşonlarında fareler var. Ama burda, metrolarda gördüğüm cirit atan minnoş fare türünden. Ev faresi değildi yani kesinlikle. Arada bir fareleri dudaklarından falan öpüyolar, ben şok içinde izliyorum. Ama yanımda oturan kişilerin kesinlikle umrunda değil, hatta karşımda oturan adam benim şok oluşuma bakıp kopuyo falan. Burda yaşayan bir iki arkadaşıma sordum, "Yoo gayet normal canım ne var bunda" falan dediler. İlginç yani.


Bence burda çok itici olan birşey var. İnsanlar aşırı derecede paradan konuşuyo burda. Sanırım bunda Berlin'in kişi başına düşen ortalama gelirinin Almanya'daki bir çok diğer şehre göre düşük olmasının etkisi var. Mesela İngiltere'ye olan turizmle ilgili bir billboard var diyelim, onda İngiltere bilmem ne müzesi, bir biletle 3 müzeye gidebilirsiniz yazıyo. Bunun yerine İngiltere'nin en çok gidilen diğer yerlerinden fotoğraflar falan koy di mi, ama yok hayır paraya vurgu yapılıyo onun yerine.


Sokak resimlerinden bir tanesi. Nasıl başarılı bir çizim ya hayrete düştüm.

Buranın en güzel yanı bence kimsenin kimseyi yargılamaması. En garip tiplere bile dönüp bir kişi bile bakmıyo. İsterseniz yüzünüzde 10 tane piercingli, saçının yarısını kazıtmış bir anne olun, dönüp bir kişi bile bakmıyo, Türkiye'de olsa nası tepki verirler böyle insanlara çok merak ediyorum, çok değişik bence. Ama bu hiç yargılamama olayı benim aşırı hoşuma gidiyo, çok özgür hissettiren bişey bence insana kendini.

3 Haziran 2012 Pazar

Hamburger Hamburg'dan geliyomuş

Eveeet, malum 837329839 tane sunumumun ve sınavımın yaklaştığı güzide Berlin günlerimde bloguma yeni yazı girmem çok da şaşırtıcı olmasa gerek. 2 günlük Hamburg maceramla ilgili yazı yazmayı gerçekten istiyodum artık bu yazıya kısmetmiş. Çünkü çok ilginçti, gerçekten de çok ilginçti.


Hamburg'a sabaha karşı trenle gittik. Bir kez aktarmalı tren ve toplamda 3 saat sürdü. Herkesin çantasında ekstra bir tişörtü vardı, çünkü kalacağımız yer belli değildi. Neyse tıngır tıngır vardık Hamburg'a. Şansımıza hava çok güzeldi.

Hamburg, Berlin'den çok çok farklı. Gerçek anlamda bir şehir gibi. Ortasından Elbe nehrinin geçtiği, kocaman fıskiyelerin olduğu, Berlin'e göre çok daha fazla yaşlı insan görebileceğiniz bir şehir. Kesinlikle Berlin salaşlığı ve bohemliği yok bunu söyleyebilirim, ki bu nedenle ben o kadar da bayılmadım.

Biraz dolanıp, birşeyler atıştırdıktan sonra kocaman parklardan birine attık kendimizi. Yürüyüş veya koşu yapmayanı dövüyolar ortamı vardı. 85 yaşındaki teyze ve amcalar cirit atıyodu valla, biz de parka serilmiş güneşleniyoduk. Burda Berlin'deki gibi her yerde elinde biralarla dolaşma ortamı yoktu. Biz istisnaydık yani. Bu arada bu halimden gurur duymuyorum ama bira tüketimim Avrupa standartlarıyla Berlin standartları arasında Berlin'e çok çok yakın bir averajda. Sonrasında şehirde biraz yürüyüş yaptık. Açıkçası zamanımız çok az olduğu için çok fazla tarihi yerlere gidemedik. Tembel bir tatildi yani. Tek amacımız Pazar sabahı açılan Fischmarkt'a gitmekti.

Akşama doğru Hamburg'un içinde Amsterdam'daki gibi bir adet Red Light Street olduğunu duyduğumuzdan Red Light Street'e gittik. Ama Amsterdam'daki gibi çok da büyük değil, daha küçük bir sokak. Ayrıca çalışanlar da çok saldırgan. Bir ara gruptan iki arkadaşımız kayboldu ve onları tekrar bulduğumuzda üstleri sırılsıklamdı, çünkü o yerlerden birinin önünden geçerken hayat kadınlarından biri üstlerine su atmış, müşterilerimin arasından geçmeyin diye hahahaha. Çılgın yani.

Ordaki kulüplerden birinin içine girdik ve sabah 5'e kadar orda kaldık. Berlin'dekine göre bizim Türkiye'de alıştığımız daha pop tarzı müzikler çalıyodu. Açıkçası Rihanna, Lady Gaga tarzı müziklerde dans etmeyeli baya oluyodu, o yüzden grubun çoğu çok memnundu.

Balık Pazarı 6'da açıldığından kulüpten sonra direk oraya gittik. Şimdi kendi kafamda şöyle düşünmüştüm ben durumu. Saat Pazar günü sabah 6, ne kadar kalabalık olabilir ki? Oraya gittik ve gerçekten bence aşırı ilginçti, saat 6'ydı ve pazar hınca hınç doluydu. Konserler vardı. Haydarpaşa İstasyonu'nun içini düşünün öyle bi' ortam. Etrafta balık kafeleri var küçük küçük. Bayadır yememiştim, açıkçası deli gibi tıkındım orda. Çok özlemiştim yani. Orda bir 2-3 saat kadar kalıp dans ettikten sonra trenle dönmeye karar verdik.

Şansımıza Hamburg'da o hafta Marathon varmış. Onu biraz izledikten sonra trende baygınlık derecesinde uyumak suretiyle Berlinciğimiz'e yollandık.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Erasmus - Berlin Vol.1

Öhöm öhöm. Berlin'e geldiğimden beri ilk blog yazım bu. Başlık biraz facebook album ismi gibi oldu ama napıyım. Bu blog yazımda kültür şoku geçirdiğim şeylerden bahsediciim.



O kadaaaaar güzel duvar resimleri var ki. Ve yani kesinlikle ya devlet tarafından desteklenmiş ya da göz yumulmuş. Çünkü bütün duvarı boyamışlar, merdivensiz yapılacak bir şey değil. Genelde bütün duvarı kaplayanlar bir mesaj veriyor. Mesela resmini daha çekemedim ama elleri altın saatlerle kelepçelenmiş bir iş adamı var. Zenginim ama zamanın da kölesiyim tadında. Ya da insanlardan beslenen bir adam aşağıda resmini görebileceğiniz. Buna pek anlam yükleyemedim ama çok ilginç geldi bana, hoşuma gitti.




Bira tamamen insanların hayatının bir parçası. Zaten bunu biliyoduk demeyin, tam anlamıyla bir parçası olmasından söz ediyorum. Her saatte her yerde bira içen insanlar görebilirsiniz. Bu insanlar ama İstanbul'da gerçekten alkol bağımlısı olup da her saat içen insanlar gibi insanlar değil, gayet sıradan gençler, yaşlı amcalar bunu yapanlar. İçki içilmeyen her an insanlar gidip genellikle "Spatkauf" adı verilen 24 saat açık olan marketlerden bira alabilir. Ve gerçekten de bira sudan ucuz burda. Bence bunun bir açıklaması musluk suyunun içilebilir olması. Ama yine de mantıken anlamsız geliyor bana. Sonuçta biri doğal ihtiyaç falan neyse.



Başka bir şaşırdığım şeyse burda güvercinlerden nefret edilmesi. Güzel binalar görüyorsunuz, güzel heykeller falan ama üstüne baktığınızda iğneler görüyorsunuz. En güzel heykellerin üstüne, en girintili çıkıntılı metro istasyonlarında bile tavanlarda bunlardan var. Burda güvercin olmak istemezdim öyle söyliyim.

Başka bir şaşırdığım şeyse insanların sıfır "Toplum ne düşünür" kaygısı taşıması. 60 yaşında teyzeler görüyorsunuz saçları mor, kulaklarında o tünel denen küpelerden. Üstüne death metal yazan tişörtler falan giymişler. Benim çok hoşuma gitti açıkçası çünkü Türkiye'de belli bir yaştan sonra kısa etek giyilmez, saç çok uzatılmaz falan ya, burdaki insanlar kendilerini ifade etmekte çok daha özgür, başkalarına garip gelsin veya gelmesin.

Burada insanlar giyime, dış görünüşe çok para harcamıyorlar. Para harcadıkları şey telefonları ve ayakkabıları. En azından benim gözlemime göre bu şekilde. Paspal, salkım saçak bi tip görüyosunuz ama elinde i phone'u var falan mesela. Böyle bi ortam. Ayrıca burda hiç Blackberry kullanıcısı görmedim. Gerçekten SIFIR yani, hiç görmedim. Diyebilirsiniz ki ne kadar insan gördün ki? Valla metrolarda ne müziğim var ne kitabım yaptığım tek şey insanları gözlemlemek, güvenilirim yani.


Yarın okulum başlıyor. Üç güne sığsın diye Salı 8:00'den 18:30'a, Çarşamba 8:00'den 19:30'a, Perşembe günü de 12:00'den 16:00'ya kadar dersim var.Onun dışında tatilim. Öyle laylaylomum yani. Berlin'i aşırı çok sevdim. Salaş, hafif bohem bi yer. Yaşanılası bi yer. Bakalım.

28 Şubat 2012 Salı

Belgesel izlemek eğlenceliymiş meğer.

Tatile girdiğimizden beri bende bi belgesel hastalığı başladı. Normalde benim için "belgesel = bayıklık"'dı. Gerçekten bir gün denk geldiğim BBC HD belgeseli o kadar ama o kadar iyiydi ki nefesim kesildi resmen. Eğer kendimi duygulanma konusunda birden ona kadar olan bir skalada değerlendirsem muhtemelen ben yedi olarak tanımlanırım. Ama o ilk açtığım belgeseldeki uçan balıklar gerçekten gözlerimi doldurdu. Resmen masalsıydı güzellikleri. Tüylerim diken diken oldu. İlk defa gördüğüm bir şeyden bu kadar büyülenmiştim.



Bu belgeselden sonra sonra 7/24 izlemeye başladım BBC HD'yi. İlerleyen iki hafta boyunca hep "Bbc Planet" adındaki belgesellerden yayınladılar. "Life" bölümleri benim en hoşuma gidenlerdi. Bir seferinde balıklardı konu, başka bir seferdeyse kuşlardı. Özellikle çok fazla bilinmeyen, masalsı güzellikleri olan canlıları seçiyorlardı bana kalırsa. Ne bileyim atmosferdeki sera gazlarından beslenen bir deniz canlısının sayısının ne kadar arttığı mesela. Eminim böyle bir şeyi duyduysanız bile bu canlının neye benzediğini bilen pek az kişi vardır.

İşin ironik bölümü ise Bora'yla hevesle babama anlattığımız bu belgeselleri babamın yıllar önce hevesle satın alıp bize izletmesi ve bizim de o zaman uyuyakalmış olmamızdı. Gerçekten küçükken bir çok şeyi anlamıyor insan. Özellikle ortaokul ve lisenin başlarında kek olmadığını iddia eden çok az insan vardır herhalde. Neyse.

Herkese tavsiye ederim, inanılmaz güzeldi belgeseller. Belki ilginizi çeker diye uçan balıklı bölümün videosu yukarda. Buraya koyarken emin olmak için tekrar izledim, tekrar hayran kaldım. İnanılmaz. Aşağıda da inanılmaz bir "Birds of Paradise" videosu var yine bu seriden. İzlemenizi öneririm, çok güzel.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Günlük tadında blog yazısı


Şubat ayımın yapılacak listesinden bir tanesini bile gerçekleştiremediğim şu son Şubat günlerinde artık Erasmus yolculuğuna tam olarak hazırım. Bütün belgelerim tamam. Hem vizem çıktı, hem de okula teslim edilmesi gerekenleri teslim ettim. Gerçekten bezdiriciydi belge teslim işi, özellikle de okula teslim edilecekler. Almanya vize başvurum Pazartesi ise Salı eve gelmişti vizeli pasaportum. Öyle rahat bir işlemdi yani. Derslerimi seçtim, özellikle bu okulda alamayacağım derslerden de bir tane ders seçtim. Gerçekten konusu o kadar hoşuma gitti ki ne olursa olsun almak istedim dersi. Tabi dengesiz karakterim sayesinde oraya gittiğimde programda abukluk yaratan bir ders olduğu ortaya çıkarsa almayacağım o dersi o da ayrı. Haa bu arada, ders programlarımız daha belli değil, öyle kafamıza göre seçtik ismini beğendiklerimizi ahah.

Okula gittim geçen hafta ve hani artık geri dönüşü olmayan ayrılıklar insanın içini acıtır ya, okul da öyle daha bir cazip gözüktü gözüme. Zaten hava da daha bir sıcaktı bugüne göre, okulun çekici görünmesi için her türlü şart yerine getirilmişti yani. Herkesi gördüm, vedalaştım. Aslında amacım yarın da gitmekti ama yine doktora gitmem gerekicek gibi görünüyor. Doktor randevularından böö geldi artık. Gitmeden önce check-up bahanesiyle baktırmadığım bir yerim kalmadı. 10 aydır görmediğim doktoruma bile gittim.

Gitmeden önce "veda" fasıllarıyla aldığım kiloları verme amacıyla kendi kendime "şok diyet" adını verdiğim aç kalma diyetlerimi uyguluyorum. Özellikle akşamları karnım oda boş olsa yankı yapacak kadar gurulduyor haha. Ama yapcak bişey yok. 2 kilo kadar verdim bile falan baya mutluyum.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Şubat Ayı Yapılacaklar Listem

Eveeeet, Şubat ayı benim için bombooş bir ay olucak en azından vize işlemlerini saymazsak bu yüzden kendime bir program yaptııım ve bu ay içinde yaparsam şahane olucak şeyler belirledim. 

1) Öncelikle son zamanlarda biraz uzak kaldığım sanatsal aktivitelere adayayım kendimi istiyorum. Sürekli bahsedilen, "Çok çarpıcı, gittiğin hiç bir tiyatro oyununa benzemiyor" dedikleri Dot Tiyatrosu'nun bir oyununa gitmeye karar verdim bu boş ayımda. Zaten şimdilerde Dot Tiyatrosu'nda oynanan iki oyun var: Supernova ve Öksüzler. 'Supernova'yı tercih edicem sanırım. Öksüzler de çok güzelmiş ama daha sertmiş Supernova'ya göre, genel olarak bu şekilde öğrendim gidenlerden. Benim de ilk gidişim olacağı için biraz daha yumuşak bir şey tercih etmek istiyorum.

Bir de geçenlerde bir arkadaşımdan öğrendiğim Aysa Produksiyon Tiyatrosu'nun "Düğün" adlı bir oyununa gitmek istiyorum. Özellikle kadroda benim çok beğendiğim ve son olarak Yaprak Dökümü'ndeki Fikret'in illet kayınvalidesi olarak hatırlayabileceğimiz Güler Ökten'in yer alması beni bir ayrı çekti ne yalan söyleyeyim. Oyunda ayrıca  Bir Demet Tiyatro'dan bildiğimiz ve benim de çok sevdiğim Zerrin Sümer ve Şebnem Sönmez de yer alıyor. Sadece bu isimler için bile kesinlikle gitmeliyim ben bu oyuna.




2) Haftasonu dizi kuşağı yapardık eskiden ailece ve bu diziyi ben ve babam hariç kimse sevmezdi biraz fazla gri, biraz fazla ciddi bir diziydi. Battlestar Galactica'dan bahsediyorum. Bir dizide nasıl siyaset işlenir resmen ders veriyor bu konuda dizi diğer dizilere. Önceden izlediğimde bilinçsizdim tabi yaş itibariyle, bu nedenle şimdi tekrar izleyip daha eleştirel bakmak istiyorum. 




Dizi insanların zamanında ürettikleri Cylon adı verilen robotların insanların yaşadığı gezegene savaş açmalarıyla başlıyor. Cylonlar artık insan gibi görünebiliyorlar ve sürekli uzayda uzay gemilerinin içinde yaşamaya başlayan insanlarda bu paranoya haline dönüşüyor. Böyle anlatınca biraz bilimkurgu tipi bir dizi gibi oldu ama bilimkurguyla boğulmuyorsunuz izlemeye başlayınca diziyi, aksine günümüzdeki siyasi problemleri neredeyse tamamı var dizide. Neyse planıma gelincee, bu diziyi de tekrardan başlayıp bitirmek istiyorum. Ayrıca izlemeyen ve "düşünmekten hoşlanan" herkese diziyi tavsiye ediyorum.

3) Bir de müze gezmek istiyorum. Sakıp Sabancı Müzesi'nde Bir Ülke Değişirken -  Tanzimattan Cumhuriyet'e Türk Resmi başlığı altında bir sergi varmış ve konusu epey ilgimi çekti. Kesinlikle gitmem lazım. O dönemin ressamlarına çok bir aşinalığım yok ama geçen seneydi sanırım, gittiğim bir müzede Rusya'daki dönemsel değişimlerin resime yansıması konulu bir sergiyi gezmiştim ve çok hoşuma gitmişti. Bu yüzden bunu da kaçırmak istemiyorum.



19 Ocak 2012 Perşembe

Bilinçaltı Pörtlemesi

Son zamanlarda kullandığım nikotin bandının da etkisiyle çok abuk subuk rüyalar görmeye başladım. Gördüğüm rüyalardaki şeyleri gündelik hayatta aklıma bir kez bile getirmemişimdir. Farkettim ki, rüyalarımda uyumadan yarım saat önce ilgilendiğim veya okuduğum şeyleri görüyorum. Hatta artık görmek istediğim tarzda rüyalar görmek için yarım saat önce kasıtlı olarak bazı şeyleri okuduğumu veya internette arattığımı itiraf edebilirim sanırım. Neyse en son gördüğüm abuk rüyalardan bir tanesini yazıyım de tam olsun.

Rüyamda Fransa'dayım. (Bunun nedeni muhtemelen oda arkadaşım Hazal'ın Fransa'ya gitmiş olması ) Orda basketbol konferansı varmış ona çağırılmışım ve orda baş konuşmacıyım hahah. Neyse. Sonra işte basketbol konferansından önce bu alanda benim gibi(!) çok ünlü insanlarla ingilizce konuşup tartışıyorum. Hatta en saygı duyduğum kişiye hakaret ediliyo ve ben aşırı sinirleniyorum falan. Bu arada beyaz gömlek altına da kırmızı etek giymişim. Ben tam başlamadan önce basketbolculardan 4-5 tanesi beni havuza itiyo. Ama havuz konferans salonunun içinde, ben de nasıl oluyosa düşmüyorum ve kenara tutunup yukarı çıkıyorum. Çok atletiğim haha. Neyse, sonra konuşmamı yapıyorum. Baya ayrıntılıydı bu bölümler.

Sonra birden bi bakıyorum ki ailem de gelmiş. Ama herkes en az 10 kilo almış. Kuzenim var bi tane normalde, o da bizle gelmiş o da aşırı kilo almış. Ben gelmeden önce annemler bi film izliyolarmış, filmde de benim bi arkadaşım oynuyomuş. Neyse filmde az rolü olan arkadaşım, filmin sonunda çok havalı bi hareket yapmış sanırım o yüzden annemler arkadaşımla tanışmak çok istemiş. Tanıştırıyorum bizimkilerle arkadaşımı. Sonra nehir gibi bişey var orda tur atıyoruz biz teknelerle. Bu arada annemler içerde oturuyo, biz arkadaşımla açık bölümdeyiz. Orda arkadaşım elime ya bir saat ya da su hortumu gibi böyle durumla çok alakasız bişey tutuşturuyo. "Şunu bi tutsana bağcığımı bağlicam" gibi bişey söylüyo. Tam o anda arkada haberleri duyuyorum.  
"Bilmemne filminde oynayan dıdıdı (o arkadaşımın adı ) bilmemkimi öldürmekten aranıyor. Cinayet silahının da dıdıdı( benim o anda elime tutuşturduğu nesne ) olduğu sanılıyor" diyo spiker. Ben şok içindeyim ve arkadaşım bana nihahah diye gülüyo.

Böyle rüyalar görüyorum işte. Dün akşam da iki arkadaşıma mail attım ve rüyamda futbol maçı yapıyoduk onlarla falan. İlginç yani. Uyumadan önce ne saçmalicam diye düşünüp heyecanlanıp uyuyorum valla artık hahaha.